top of page

Rights Talk - AP üyesi Tineke Strik ile röportaj

Rights Talk son bölümünde, Hollanda’da Radboud Üniversitesi vatandaşlık ve göç hukuku profesörü ve Avrupa Parlamentosu (AP) üyesi Tineke Strik’le konuştuk. Avrupa’nın dış sınırlarında göçmenlerin yasadışı olarak geri itilmesine karşı güçlü eleştirileriyle bilinen Strik’in üyesi olduğu AP Yeşiller grubu, yakın zamanda geri itmelere karşı harekete geçmesi için Avrupa Komisyonu’na baskı yapmayı amaçlayan bir imza kampanyası başlattı.


Geri itmelerin sistematik olarak gerçekleştiği son yıllarda birçok güvenilir kaynak tarafından defaatle belgelendi. Bu bağlamda Yeşiller grubunun imza kampanyasının tüm somut delillere rağmen geri itmelerle ilgili herhangi bir olumlu gelişme yaşanmadığı için başlatıldığı söylenebilir mi?


Kesinlikle, durum böyle. Yıllardır bu geri itmeleri belgeliyoruz. Avrupa Komisyonu’nun ve AB üyesi devletlerin bu uygulamaları sessizce izlemesi ve zımnen cesaretlendirmesi nedeniyle bunlar daha sistematik ve daha aleni bir şekilde yapılır oldu. Halihazırda bu konuda bir cezasızlık atmosferi var. İltica hakkının en temel unsurunun ihlalinden söz ediyoruz. Çünkü iltica sürecine girmenize ve iltica talep etmenize izin verilmezse, korunma ihtiyacınız değerlendirilemez ve karşılanamaz. Bu yüzden Komisyon’un bu raporları göz önüne alması ve Yunanistan’a karşı harekete geçmesi hayati önemde.


Geri itmeler hakkında konuşurken işin içinde bir tarafta sınır kuvvetleri ve sahil güvenlik güçleri gibi ulusal makamlar, diğer tarafta da Avrupa Birliği’nin sınır koruma ajansı olan Frontex var. Frontex geri itmelerde ne derecede suç ortağı?


Frontex’in geri itmelere fiilen dahil olduğuna dair bazı raporlar da olmakla birlikte, bence esas olarak kaygılandıran husus sahada olmalarına ve yaşananları görmelerine rağmen müdahale etmemeleri, geri itmeleri engellemeye çalışmamaları. Frontex tarafından gözaltına alınıp yerel makamlara teslim edilen kişilerin yerel sınır güçleri tarafından geri itildiklerine dair raporlar bile görüyoruz. Eğer bunlar yaşanıyorsa, eğer Frontex bu geri itmeleri engellemek ve ihbar etmek, bunlara karşı sesini yükseltmek ve somut adımlar atmak konusunda yetersiz veya gönülsüzse, bize göre tek yapmaları gereken ev sahibi ülkeyi terk etmektir. Çünkü aksi takdirde iş birliği yapmak onları suç ortağı haline getirir. Ayrıca, ilgili düzenlemelere göre, insan hakları ihlalleri yaşanan ev sahibi ülkelerdeki faaliyetleri askıya almak Frontex için yasal bir zorunluluk. Bu yüzden bir yıldan uzun bir süredir Frontex’e Yunanistan’daki faaliyetlerini gözden geçirmesi ve geri döndürme operasyonlarına destek verdikleri Macaristan’dan da çekilmesi çağrısında bulunuyoruz.


Sizin daha önce Avrupa Birliği İçişleri Komiseri Ylva Johansson’a bu konuda gönderilen bir ortak mektubun imzacıları arasında olduğunuzu biliyoruz. Sizce AB mekanizmaları Frontex’in geri itmelerdeki rolünü denetlemek hususunda neden başarısız oldu? Avrupa Komisyonu’nu engelleyen nedir?


Frontex’in rolüne ilişkin olarak Avrupa Parlamentosu’nda soru önergesi verdik ve ajansın kusurlarını tek tek tespit ettiğimiz raporumuz da çoğunluğun onayıyla kabul edildi. Esas sorumlu olan Frontex yönetim kurulunun yanı sıra, Avrupa Komisyonu ve üye devletler de dahil olmak üzere diğer aktörlerin rollerini de inceledik.


Avrupa Komisyonu’nun birden çok sorumluluğu var. Bir taraftan ajansı yönetim kurulu üzerinden idare etmek, diğer taraftan da AB antlaşmasının uygulayıcısı olarak Frontex üzerinde bir tür polislik rolü oynamak. Komisyon’un pasif tutumunu eleştirdik ancak onların tam olarak neden daha proaktif bir tavır göstermediğini anlamak güç. Aynı durumu üye devletlerde de görüyoruz. Onlar neler olduğunu biliyor. Yine de tek yaptıkları “daha iyi gözlemlemek, diyalog yürütmek, müzakere etmek” gibi tekliflerde bulunmak. Bence günün sonunda eksik olan şey siyasi irade. Avrupa Komisyonu bütün üye devletlerden gelen temsilcilerden oluşur. Ayrıca Komiser Johansson’un hiyerarşik amiri Yunanistan’dan gelen bir komiser ve bu kişi Yunan makamlarını korumaya çok özen gösteriyor. İnsan haklarını ihlal eden diğer üye devletler de Komisyon’dan ciddi bir tepki almamak için içerideki nüfuzlarını kullanıyor. Benim hissiyatıma göre Avrupa Komisyonu genellikle üye devletlerden oluşan AB Konseyi’nin nabzına göre hareket ediyor, onların ne istediğini ve ne yaptığını esas alıyor. Komisyon üye devletlerle anlaşmazlığa düşmek istemiyor. Bu noktada bazen kuzey Avrupa’daki hükümetler bu güçlü sınır kontrolü politikasına vurgu yaparken geri itmeleri de destekliyor. “Doğru olanı yapıyorsunuz, bizim için de iyi bir şey yapıyorsunuz” gibi şeyler söylüyorlar. Çünkü eğer insanları geri iterseniz kuzey Avrupa’ya da gidemezler.


Ayrıca Avrupa Komisyonu lideri Von Der Leyen bir buçuk yıl önce Yunanistan’a gitti ve “Sizler Avrupa’nın kalkanısınız” dedi. Sınır bölgelerindeki yerel makamlar açısından buradaki sembolizm çok açık ve yerel makamlar diğer üye devletlerin kendilerinden beklentisini iyi biliyorlar. Dolayısıyla bu anlamda AB kurumlarının da halen devam eden bu ciddi ihlallerde suç ortağı olduğu söylenebilir. Bu da tabii ki yaşatma iddiasında olduğumuz Avrupa değerleri açısından çok ciddi bir problem.


Frontex AB Dolandırıcılıkla Mücadele Bürosu’nun (OLAF) da radarına girdi. Ajans hakkında bir soruşturma yürütüldü ve neticesinde bir rapor hazırlandı. Frontex’in icra direktörünün istifasına neden olmasına rağmen bu rapor kamuoyuyla paylaşılmadı. Sizce AB vatandaşlarının kendi vergileriyle finanse edilen bir ajansı ilgilendiren böyle bir raporun içeriğine erişme hakkı yok mu?


Tamamen katılıyorum. Bu demokratik denetimin bir parçası ve demokratik denetim ancak kamuoyunun katılımıyla, halka açık tartışmalarla ve bütün aktörlerin pozisyonunun açıkça ortaya konmasıyla etkili olabilir. Bana göre raporun kamoyuna açıklanmamış olması utanç verici bir durum. Bir raporu açıklarken içindeki kişisel verileri korumak mümkün. Bu her zaman yapılıyor. Bu nedenle bir vatandaş olarak Frontex nezdinde erişim talebinde bulundum ve reddedildi. AB ombudsmanına gittim. Oradaki savunmasında Frontex “Hayır, OLAF’a gidilmeli” dedi. Şimdi de OLAF nezdinde başvuruda bulundum. Rapor hazırlanalı yaklaşık altı ay oldu ve bütün bu tepkiler, sorulara verilen bütün bu gecikmiş cevaplar açıkça gösteriyor ki raporu paylaşma konusunda büyük bir isteksizlik söz konusu.


Bu bizim işimize de engel oluyor, çünkü Avrupa Parlamentosu’nda geçirdiğimiz karar taslağında OLAF raporunun bulgularına da yer vermek istiyorduk. Raporla ilgili açık bir tartışma dahi yürütemiyoruz. Bu yüzden ajansın kusurlarına dair bilgi sahibi olmaya ve bunları açıkça tartışmaya ihtiyacımız var. Çünkü ancak bu sayede yapılan iyileştirmelerin yeterli olup olmayacağını bilebilir ve ajansı icraatında daha hesap verebilir hale getirebiliriz.


Komisyon Başkanı Von Der Leyen’ın Yunanistan ziyaretinden bahsettiniz. Siz de birkaç kez Yunanistan’ı ziyaret etmiştiniz. Bu ziyaretler sırasında kimlerle görüşüyorsunuz?


Daha önce Sisam ve Midilli adalarına gitmiştim. Bu kez Meriç bölgesine gittim, çünkü orada yaşanan geri gitmelerle ilgili bilgi sahibi olmak istiyordum. Sınır güçleriyle ve Meriç bölgesi polis amiriyle görüşmek istedik. Ama reddettiler ve hep aynı argümanları sıraladılar. Bu, konuşmak istemediklerini ve orada yaşananlarla ilgili açık olmak istemediklerini bana gayet iyi gösterdi. Frontex’le görüşmeyi başardık. Ancak orada görünen şuydu ki, Frontex rolünü üye devletlere ve onların sınır güçlerine hizmet etmekten ibaret görüyor. Yalnızca sınır güçlerinin izin verdiği bölgelere gidebiliyorlar. Tabii ki onların geri itmelerin yaşandığı bölgelere girmesine izin verilmiyor. Frontex’in bu durumu kabullenmesi ve geri itmelerin raporlandığı bölgelere gitme talebinde bulunmaması karşısında olumsuz bir şaşkınlık yaşadım. Yaklaşımları, olup bitenden habersiz kalmalarına neden oluyor. Ayrıca sivil toplum örgütleri ve gazeteciler tarafından yayınlanan raporları da ciddiye almıyorlar. Orada onlarla görüştüm ve daha sonra Filakyos göçmen karşılama ve kayıt merkezini ziyaret ettim. Orada da gözaltında olan kişilerle görüşmemizi istemedikleri çok açıktı.


Atina’da birçok sivil toplum kuruluşuyla görüştük ve olan bitenle ilgili daha net bir fikir sahibi olduk. Ayrıca Bakan Mitaraçi [Göç ve İltica Bakanı Notis Mitaraçi] ile görüştük. O görüşmede kendisine göçmenlerin adaletsiz dağılımı konusunda tam desteğimi ifade ettim. “İlk giriş yapılan ülkenin sorumluluğu yüklendiği bu adaletsiz sistemle mücadele konusunda müttefik olabiliriz. Ancak bu durum sizi iltica hukuku ve mülteci sözleşmesinde yer alan temel yükümlülüklerden muaf tutmaz” dedim. Tabii ki sorularımın çoğuna cevap vermedi, ancak geri itmelerin yaşandığını zımnen kabul anlamına gelen sözlerini gayet dikkate değer buldum. “Bakın, eğer bu politikaları uygulamazsak, hem ülkemizde hem Avrupa’da çok daha fazla mülteci olacak” dedi. Bu olayların gerçekten yaşandığı ve Avrupa Komisyonu ile diğer tüm üye ülkelerin olan bitenden haberdar olduğu daha açık nasıl ifade edilebilir ki?


Bu konuda duyduğumuz bir argüman da Türkiye’nin göçmenler için güvenli ülke olduğu. Sosyal medyada görüyoruz, geçtiğimiz yıl Yunanistan Başbakanı Hollandalı bir gazeteciyi azarladığında duyduk. Gerçekten de AB göçmenlerin Türkiye’de ağırlanması için ciddi finansman desteği veriyor. Türkiye’nin güvenli ülke olduğu yönündeki bu argümana dair görüşünüz nedir?


Başlangıçta yalnızca Suriyeli mülteciler için güvenli ülke olarak ilan edilmişti. Ancak bir buçuk yıldır Yunanistan Türkiye’yi Afganistan, Irak, İran ve Pakistan’dan gelen göçmenler için de güvenli ülke olarak değerlendiriyor. Bu, meselenin en sorunlu tarafı çünkü bir buçuk yıl önce Türkiye’yi de ziyaret etmiştim ve orada herkes Afgan göçmenlerin iltica sürecine dair giremediğini, kendilerini kayıt ettiremediğini söylüyordu. Bu yüzden Türkiye’de yasadışı olarak kalıyorlar ve her gün gözaltına alınıp Kabil’e geri gönderilme riskiyle yaşıyorlar. İltica prosedürüne hiç girememiş insanların Kabil’e götürüldüğü çok sayıda ortak uçuş düzenleniyor. Irak ve İran için de aynı durum söz konusu. Türkiye’de işleyen bir iltica sürecinin olduğunu söylemek çok zor.


Suriyeliler için geçici bir program var ve bu çerçevede onlara bazı yardımlarda bulunuluyor ve çocuklar için eğitim hizmetleri veriliyor ancak bu yeterli değil. Sayı çok yüksek ve bu insanlar içerisinde çok fazla fakirlik var. İş gücü piyasasına yasal yollardan ulaşma konusunda çok sayıda engelle karşı karşıyalar. Bu insanların çok azı çalışma iznine sahip. Dolayısıyla çoğu iş gücü piyasasında çok kötü şartlarda sömürülüyor. Belki daha da önemli olanı da koruma hakları. Türkiye’de şu anda mültecilere karşı çok sert söylemler ve tartışmalar yürüyor. Muhalefet partileri bu konuda başı çekiyor ama aynı zamanda Erdoğan da bu konuda tavrını değiştirme ve “Suriyeli mülteciler Suriye’ye dönmeliler” gibi söylemlere girme eğiliminde. Ve bu kişiler savaşın halen devam ettiğini bildiğimiz Suriye’nin kuzeydoğusuna gönderilme konusunda gerçek bir tehditle karşı karşıya. Döndürülmeleri planlanan bu bölge son derece güvensiz. Bu mülteci sözleşmesinin ihlali anlamına gelir.


Haftalık gözlemlerimizde ve bültenimizde biz de Türkiye’de göçmenlere karşı işlenen nefret suçlarında bir artış görüyoruz. Muhalefet tarafından kötükleniyor, onların tarafından çok fazla nefret söylemi duyuyoruz. Türkiye bir seçim sürecine yaklaştığı için görünen o ki hükümet de sınırdışı tedbirleri açıklamaya mecbur hissediyor. Türk-Yunan sınırından bahsettiğimizde çoğu zaman Suriye ve Afganistan gibi ülkelerden gelen kişileri düşünüyoruz ama kendi ülkelerinden kaçmaya çalışan Türk vatandaşları da var. Onlar da bu şiddete maruz kalıyor. Haftalık bültenimizde Türkiye’yle ilgili insan hakları gelişmelerini derliyoruz ve yalnızca Eylül ayında Türk vatandaşlarının geri itilmesiyle ilgili iki trajediyi raporladık. Birincisi Eda Nur Akkaya, yedi aylık hamile bir siyasi mülteci, geri itilmesinin hemen ardından tutuklandı, ikincisi de 27 yaşındaki Yunus Emre Ayyıldız adında bir kişi, geri itme sırasında Meriç’e düşmesinin ardından kayboldu ve bildiğimiz kadarıyla hâlâ kendisinden haber alınamıyor. İnsanlar doğrudan cezaevine gönderildiği için burada daha ağır bir insan hakları ihlalinden söz edebilir miyiz?


Hangisinin daha ağır olduğunu söylemek zor ancak bunlar gerçekten çok ciddi ve kaygılandırıcı gelişmeler. Türkiye’de kendilerine mahkumiyet verilmiş veya terörle ilişkilendirilmiş kişilerle temaslarım oldu. Bu kişilerin adil yargılanma hakkına erişimi yok ve bu nedenle, orantısız yaptırımlardan veya eziyetten kaçınmak için ülkeyi terk etmek zorundalar. Bu şekilde geri itildiğinizde Türk polisinin veya güvenlik güçlerinin eline düşmemek için çok şanslı olmanız gerek. Aynı zamanda bu kişiler ülkeyi normal, yani resmi yollardan da terk edemez çünkü örneğin havalimanına giderlerse yine yakalanıp tutuklanacaklar. Bu insanlar bir zulüm çemberinde mahsur kalmış durumda ve bu çok ciddi bir şey. Bu konuyu da Yunan yetkililerle görüşmelerimde gündeme getirdim ve sadece şunu dediler “Hayır, elbette onları geri itmiyoruz çünkü Türkiye’yi hasım olarak görüyoruz vs.” Ancak yaşanıyor bunlar, sınırda sürekli olarak yaşanıyor. Uyruk bazında bir ayrım gözetilmiyor. Bu kişiler tamamen korumasız. Bu gerçek bir mesele çünkü bu kişiler AB’ye girmeyi başardığında ve iltica talebinde bulunduğunda birçoğu kabul alıyor. Dolayısıyla üye devletlerin de bu kişileri Türkiye’den kaçmak zorunda olan meşru mülteciler olarak tanıdığı çok açık.


Son olarak şunu sormak isterim, bizim sivil toplum grupları ve Avrupa’da yaşayan bireyler olarak geri itmelere karşı mücadelenize katkı sunmak için yapabileceğimiz şeyler var mı?


Kesinlikle. İmza kampanyasını bunun için başlattık, bu insanlık dışı politikalara karşı olan tüm vatandaşların imzalaması ve tepkisini ifade etmesi için. Çünkü her zaman gördüğümüz bir şey şu ki, insan haklarını ihlal etmenin normal olduğunu düşünen siyasetçiler çoğu zaman kamuoyu görüşüne istinat ediyor ve “Bakın, sığınmacılar için artık hiçbir toplum desteği yok” diyor. Bu yüzden bu uygulamalarla mücadele edebilmek, onların pozisyonlarına meydan okuyabilmek ve “Avrupa değerlerini ciddiye alıyorsak bu geri itmelere son vermeli ve sığınmacılara Avrupa değerlerine uygun muamelede bulunmalıyız” mesajını verebilmek için kamuoyu desteğine ihtiyacımız var. Bu yüzden insanların bu kampanyaya katılarak tepkilerini göstermeleri çok önemli. Dilekçede Avrupa Komisyonu’ndan bu insan hakları ihlallerini fonlamayı kesmesini talep ediyoruz. Çünkü bunlar AB parasıyla yapılıyor. Ayrıca hak ihlallerinden sorumlu ülkelerden mahkeme önünde hesap sorulmasını talep ediyoruz. Bence yüzbinlerce insan “Bu kabul edilemez. Benim adıma böyle hareket edemezsiniz. Avrupa vatandaşları adına bu yapılamaz” derse bu çok güçlü bir sinyal olacaktır. Çünkü günün sonunda vatandaşlar Avrupa demokrasisinin ve Avrupa politikalarının temelidir.


Dilekçeyi imzalayın, ama aynı zamanda gazetelere makaleler gönderin, sosyal medyada görüşünüzü ifade edin. Ve seçimlerde oy kullanın. Adaylara bu konuda ne yaptıklarını, nerede durduklarını sorun. Hem ulusal parlamentolara hem Avrupa parlamentolarına doğru kişilerin seçildiğinden emin olun ki bu uygulamalara son verilebilsin.

bottom of page